21 Ağustos 2016 Pazar

Kutsal davaları uğruna BİLE BİLE günah işleyenler nasıl sapıttı?

Fethullah Gülen'in 1990ların başında, intihar etmekten söz ettiği konuşmasında dikkat çekici pek çok nokta var.
https://www.youtube.com/watch?v=D7wG9Q2yhPY
Önce, Gülen'in konuşma kaydının çözümlemesini tekrar dikkatinize sunuyorum. Önemli ifadeleri büyük harfle yazarak vurguladım:
"Eğer Hizmet'e benim yüzümden zarar gelecekse, burada içinizde vardır bir iki arkadaş, ben şuna kadar razıyım, bakın, Allah indinde küfürden sonra en büyük günah, insanın intiharıdır. Ben çok defa bunu bile DÜŞÜNDÜM. O sıkı takip edildiğim dönemde, "Allahım, bu adamlar beni kafalarına taktılar. Eğer benimle hizmete zarar gelecekse, ve benim KENDİ KENDİMİ YOK ETMEM, bu iş için, benim müesseselerime zarar gelmemesi için bir yolsa, ben buna da RAZIYIM. Küfürden sonra EN BİRİNCİ günahtır, EN BÜYÜK GÜNAHTIR bu ama, ben BUNA BİLE KATLANMAYA RAZIYIM. İşte bunun daha berisinde, ne türlü İFNALARA RAZI OLACAĞIMI siz tahmin edebilirsiniz. Afrika çöllerinde bir yere gidip namımı nişanımı kaybettirmeyi o kadar çok düşünmüşümdür ki... Ve içinizde vardır arkadaşlarım, konuşmuşumdur, demişlerdir ki, "bir iki öyle düşünen var ise de, fakat on tane yirmi tane de arkadaş vardır ki, BİR GÖLGE bile olsa, onlar da mevcudiyetinizin lüzumna belli bir ölçüde inanmaktadırlar. ... Bunu da sormuşumdur ben. Yani çıkıp da bir binanın köşesinden KENDİMİ AŞAĞIYA ATAYIM. Milletin selameti adına buna evet diyebilir misiniz? Ben başımı alıp çekip gideyim. Arabistan'a gideyim. Afrika çöllerine gideyim. Tek Hizmet'e zarar gelmesin. Mürekkep balığının yüzdüğü yeri BULANDIRIP, köpek balıklarından korunması için, bu bir tabiyedir, yeni bir mevzidir bu. Bu HİZMET İÇİN HERŞEYE KATLANMAYA RAZIYIZ, Allahın inayet ve keremiyle. Siz bunları kafanızdan silin, atın. İntihar etmenin ne büyük bir günah olduğunu ben Allahımdan peygamberinden öğrenmiş insanım. Ama muhalfarz, eğer böyle bir şey düşünülecekse, düşünülürse, BU HİZMET'E KARŞI VE SİZİN KORUNMANIZA KARŞI YAPILIR. Eğer yapılacaksa böyle bir FEDAİLİK, ÇARPARIZ KENDİMİZİ ATEŞE VE YOKOLURUZ!"
Burada, "ifna" kelimesine dikkat çekmek istiyorum. Fena ile aynı kökten geliyor. "Fena fillah" ibaresinde "kendi varlığını Allah'ın varlığında eritmek, yok etmek" gibi bir anlamı var. Sözlükte, "yok etme, çok zarar etme, tüketme" gibi anlamlar verilmiş.
Burada, (1) intihar fiili, (2) büyük günah olduğunu bile bile bir eylemi işleme diye konuyu ikiye ayıracak olursak, önce burada anlatılan intiharın, intihar eylemleri veya saldırılarından farklı olduğunu görüyoruz.
İslam Dünyasında yakın tarihte intihar eylemlerinin uzun bir geçmişi var. 1983te bir Hizbullah militanı, Beyrut'taki Amerikan Deniz piyadelerinin üssüne, bir kamyon dolusu patlayıcıyla daldığı zaman, yüzlerce Amerikan askerinin ölümüne neden olmuştu. Tabii bu saldırıda kendisinin de hayatını kaybedeceği muhakkaktı. Nitekim öyle de oldu. 90ların başlarında, İslamist gruplar üstüne Batıda yapılan çalışmalarda, o tarihe kadarki intihar saldırılarının büyük ölçüde Şiiler tarafından gerçekleştirildiği, dolayısıyla intihar saldırılarının Şiiliğin batıni öğretileriyle meşru görülen bir tarafı olduğu vurgulanıyordu. Şiiler deyince, özellikle Lübnanda Hizbullahın eylemleri ve İran-Irak Savaşı'nda, Batı'nın silah desteğine sahip Irak karşısında, askerlerini savaş alanında cömertçe harcamaktan çekinmeyen İran adına yapılan bazı saldırılar akla geliyordu.
Ben, bundan 20 yıl kadar önce Mısır ve İsrail'e bir seyahat yaptım. O tarihte İsrail, önce Filistinlilerle bir barış sürecine girmiş, ardından Ürdün'le barış antlaşması imzalamıştı. Suriye ile görüşmeler devam ediyordu ve her ne kadar şüpheciler olsa da, ufukta gerçekten bir Arap-İsrail barışının göründüğünü düşünenlerin sayısı hiç de az değildi. İsrail'de, Kudüs'te elbette eski şehirdeki mekanları ziyaret etmiştik ama bunun yanısıra, Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı Batı Kudüs'te de dolaşmıştık. Biz seyahatimizi tamamladık, Türkiye'ye döndük. Birkaç hafta sonra Filistinli gruplar, Kudüs'te sivillerin yoğun olarak kullandığı belediye otobüslerine, kafelere vs toplu mekanlara intihar saldırıları düzenlemeye başladılar. Hatta bu saldırılardan biri, birkaç hafta önce bizim de gittiğimiz kalabalık bir caddede gerçekleştirilmişti. "Orada hayatını kaybedenler arasında ben de olabilirdim." diye düşündüğümü iyi hatırlıyorum.
Filistinde Sünni Arapların intihar saldırılarını yoğun bir eylem şekli olarak kullanmalarıyla, İslamcı gruplar üzerine çalışan Batılıların ortaya attığı, "İntihar saldırıları Şiilere özgüdür." tezi de çökmüş oldu. Yine bu dönemde Arapçada, intihar saldırıları için "ameliyye istişhadiyye" terimi kullanılmaya başlandı, yani şehitlik operasyonu.
90lı yıllarda intihar saldırıları İslam Dünyasında çokça tartışıldı. Hatta Yusuf El-Kardavi bu konuda bir fetva bile verdi. Kardavi sonradan fetvasını, "İntihar saldırılarını ancak Filistinlilerin yapması caizdir, çünkü İsrail işgali, onlara kendi vatanlarını onurlu bir şekilde savunma imkanı bile sunmuyor." gibi tahdit etti (veya başlangıçta fetva bu şekilde miydi, şimdi tam hatırlamıyorum).
Bu tartışmada iki kritik nokta vardı. Birincisi, bir insanın bile bile ölüme gitmesi, savaş dahi olsa caiz midir? Bu noktada, hemen aklımıza, Gülen'in Mavi Marmara şehitleri için söylediği ileri sürülen "Onlar şehit değildir, çünkü öleceklerini biliyorlardı, bile bile ölüme gittiler." sözü aklımıza geliyor. Ben 17-25 Aralık öncesinde, henüz Gülen grubu mensuplarına laf anlatabileceğimi düşündüğüm aşamalarda, bu konuyu çok sordum. Ortada, Gülen'le görüşmüş olan Cüneyt Özdemir'in, birinci elden tanıklığı var. Özdemir bu sözleri bizzat Gülen'den duyduğunu yazdı. Ama Özdemir'e herhangi bir yalanlama gelmedi. Neyse, birinci önemli nokta bu. Tabii eski devirdeki silah teknolojileri ve savaşlarla modern zamanlardaki durumun arasındaki ciddi farkı burada hesaba katmamız lazım. Kılıçla, okla, baltayla saldıran üstün düşman güçleri karşısında yalınkılıç tek başına bile karşı koysan, %100 öldürüleceğin garanti değil. Ama 19. yüzyılda Sudan'da makinalı tüfeğe sahip İngiliz ordusuna elinde kılıçla saldıran süvarileri olan Mehdi ordusunun Omdurman savaşında başına gelenler gösterdi ki, tüfenk icat olundu mertlik bozuldu. İngilizlerin toplam 500ün altında ölü ve yaralısı varken Mehdi ordusunun derviş adlı askerleri 10 bine yakın ölü ve 12 bin civarında yaralı verdi. Yani arada 1e 40lık bir dengesizlik oluşmuştu. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kimyasal silah kullanılmasının savaş hukukuna aykırı olduğuna karar verilmesinde de benzer bir düşünce yatıyor. Düşmanın makinalı tüfek veya top ateşinden sipere girer korunursun, ama bir zehirli gaz saldırısı, siperdeki askerleri bile yakalar, fare gibi öldürür. Bu insani bir şey değil.
İntihar eylemleriyle ilgili ikinci kritik nokta, bu eylemlerde askerlerin yanısıra, ayrım gözetmeksizin kadınların, çocukların, daha doğrusu sivillerin, başka bir ifade ile "non-combatant"ların hedef alınması. 11 Eylül saldırıları bunun en bariz örneğiydi. Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "bir gemide 99 cani 1 masum olsa, o masumun hatrına o gemi batırılmaz."
Neyse, sonuçta bu konular uzun uzun tartışıldı. "Ilımlı İslamcı"ların genel pozisyonu, sivillere yönelik intihar eylemlerinin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceği. Ancak intihar eylemi bir askeri üsse veya karakola düzenleniyorsa ve açık bir şekilde düşman askeri hedef alınıyorsa, bu nokta tartışılabilir.
Ancak bizim konumuz için önemli olan nokta, intihar eylemlerinin bir istişhad eylemi olup olmadığı veya intihar eylemi düzenleyenlerin cehennemlik olup olmadığı değil. Bu eylemleri düzenleyenler, şehit olacaklarına inanmışlar ve bu inanç içinde bile bile ölmeye gidiyorlar.
Şimdi, Gülen'in ifadesine dönecek olursam, Gülen, "Hizmet adına intihar etmek, büyük sevaptır" veya "Hizmet adına intihar eden, şehittir" demiyor. Tersine, bunun büyük bir günah olduğunu ısrarla vurguluyor. Bu günahı işlemenin, insanın ebedi hayatını ateşe atacağının da farkında. Yukarıda vurguladığım "ifna" terimi, tam da bu anlamları ifade ediyor. İnsanın bütün sermayesini, hayatı boyunca işlediği bütün hayırları ateşe atması, tüketmesinden söz ediyoruz. Bile bile lades deniyor. Şimdi bu, intihar saldırılarından farklı bir şey.
Bu konuda benim aklıma gelen ilk örnek, Sabetay Sevi'nin 1666'da iyice ortalığı alevlendirmesinin ardından Osmanlı devlet adamlarının dikkatini çekmesi ve sonunda Edirne'de IV. Mehmet'in huzuruna çıkarılarak, ya idam edileceğinin ya da müslüman olması halinde canının bağışlanacağının kendisine bildirilmesi üzerine, onun Mehdi olduğuna inanmış pek çok taraftarını büyük bir hayal kırıklığına uğratarak müslüman olmayı seçmesi. O dönemde, Sevi'nin Mehdi olduğuna inanan çok sayıda Yahudi (ve hatta bazı Hristiyanlar) mallarını mülklerini satıp Avrupa'nın uzak köşelerinden Sevi'nin yanına kalkıp gelmişler. Öyle ya, kıyametin kopması yakınsa ve Mehdi zuhur ettiyse, malın mülkün paranın pulun ne önemi var? Hepsi feda olsun!
İşte Sevi'nin müslüman olmasının üzerine, topladığı büyük taraftar kitlesi önemli ölçüde dağılıyor. Ancak bir kısım sadık, "hardcore" taraftarları, Sevi'nin Yahudiler için sapkın bir inanç olan, hakla hakikatle alakası olmayan İslam'ı seçmesinde bile bir keramet, bir hikmet arıyorlar. Ve literatürde "redemption through sin" (günah yoluyla arınmak) veya "the holiness of sin" (günahın kutsallığı) gibi kavramları geliştiriyorlar. Bu konuda özellikle Gershom Scholem'in bu başlıkları taşıyan makalesi önemli bir başlangıç noktası:
Kısaca ifade edecek olursam, Sevi'nin izinden, müslüman olduktan sonra bile ayrılmayan taraftarlarının bu garip duruma getirdikleri bazı açıklamalar var. Bunlardan biri, Yahudi kaynaklarında Esther'in, Ahasuerus'un tecavüzü karşısında direnmemesini anlatan hikaye. Talmud'da Esther için "sanki yerdeki toprak gibiydi" ifadesi kullanılıyor. Yani Esther, Ahasuerus'a kendini bilerek isteyerek teslim etmiyor. Karşı gelse öldürüleceğini bildiği için tecavüze razı oluyor. Ama pasif bir tavır sergiliyor. İşte Sevi'nin taraftarları da Sevi'nin müslüman olmasını, nihayetinde taraftarlarının başına kötü işler açılmasını önlediği için büyük bir fedakarlık olarak görüyorlar ve onun gerçekten müslüman olmadığını, içten içe Yahudiliğini devam ettirdiğini söylüyorlar.
Abraham Cardoso gibi bazıları ise daha da ileri gidiyorlar ve klasik Yahudi şeriatının Mesih'in geleceği zamanlarda artık geçerli olmadığını, sıradan insanların Mesih'in davranışlarını anlayamayacağını, insanlara mantıksız veya şeriate aykırı gelse bile Mesih'in "bir bildiği vardır" diye düşünmenin gerektiğini ileri sürüyorlar. Hatta, Mesih'in görevini tamamlayabilmesi için, önce günah işlemesi ve kirlenmesi gerektiğini bile söylüyorlar.
Scholem'den okuyalım:
"the King Messiah was to give "a new Torah" and that the commandments of the Law (mitzvot) were to be abrogated in messianic times."
Bu durumda, Sevi'nin Yahudiliği terkederek Müslüman olması, baskı altında alınmış talihsiz bir karar olmaktan çıkıyor, insanlığın kurtuluşu için bir zorunluluk veya gereklilik haline dönüşüyor. Bu Avrupa'da, önceki yıllarda Hristiyan olmak zorunda kalmış ama gizliden gizliye kripto Yahudi olarak inançlarını devam ettiren Abraham Cardoso gibilere çok cazip gelen bir teori. Hatta diyorlar ki, Yahudiliği terketmek yani dinden çıkmak, sadece Sevi (yani Mesih) için bir zorunluluk değildir. Ebedi saadeti elde etmek isteyen BÜTÜN YAHUDİLER, Sevi'yi takip etmeli, Yahudiliği terketmeli ve görünüşte müslüman olmalıdır.
Bütün Yahudilerin Sevi'nin izinden giderek görünüşte müslüman olması gerektiğini iddia eden Sevi taraftarları, "hakiki iman"ın açık edilmemesi gereken bir büyük sır olduğunu ve her zaman gizlenmesi gerektiğini söylüyorlar. Bu durumda takiyye, bir taktik olmaktan çıkıyor, bütünüyle benimsenmesi gereken bir yaşam biçimine dönüşüyor:
"The "true faith" cannot be a faith which men publicly profess. On the contrary, the "true faith" must always be concealed. In fact, it is one's duty to deny it qutwardly, for it is like a seed that has been planted in the bed of the soul and it cannot grow unless it is first covered over. For this reason every Jew is obliged to become a Marrano."
Burada Sevi'nin (Yahudilikten) irtidadı için getirilen bir başka argüman, nasıl Musa kendi döneminin süper gücü olan Mısır'da Firavunun yanında yıllarca yaşadıysa, Mesih (Sevi) de dönemin süper gücü olan "Türk"ün yanında yaşamak zorunda. Mesih ancak bu şekilde, İsrail'in günahlarının bağışlanması kapısını açabilir. Yine Scholem'den okuyalım:
"In the same vein, the familiar aggadic saying that "the last Redeemer will be as the first" was taken to mean that just as Moses lived for many years
at the court of Pharaoh, so the Messiah must live with "the Turk," for as the exile draws to a close the Messiah himself must be exiled to atone for Israel's sins."
Yahudi tarihinde 19. yüzyıla, hatta 20. yüzyıl başlarına kadar Sabetay Sevi bir şarlatan, bir "impostor" olarak görülüyor. Ancak, Siyonizm hareketinin ortaya çıkmasından sonra, Sevi'ye yaklaşımlarda da bazı değişimler gözleniyor. Gershom Scholem'in çalışmaları bu noktada önemlidir. Ancak, 2. Dünya Savaşı'ndaki büyük Yahudi soykırımı, yani Holokost, Yahudilerin Sevi'ye bakışlarını temelden değiştiriyor diyebiliriz. Pek çok Yahudi, Holokost gibi büyük bir vahşeti, Yahudilerin kollektif olarak ödemek zorunda kaldıkları bir bedel olarak görüyorlar. Onlara göre Yahudilere karşı işlenen bu büyük günah, son tahlilde Yahudilere "redemption" yani kurtuluş kapısını açmıştır. Bu kurtuluş ise İsrail'in kurulması, 2000 yıldan sonra Yahudilerin Kutsal Topraklara dönmeleridir.
Bu noktada, Hristiyanlığın temel öğretisi olan "original sin" kavramına geliyoruz. Hristiyanlığa göre, Adem ile Havva'nın cennette şeytana uyarak yasak ağacın meyvesinden yemeleri, sadece Adem ile Havva'yı değil bütün insanları günahkar yapmıştır. Yani günah, insanın fıtratında, doğuştan getirdiği bir durumdur (İslamiyetteki gibi insanın günah işleme özgürlüğünün olmasından değil, zaten ve her halükarda günahkar olmasından söz ediyoruz). Ama insanlık, tanrının oğlu (veya bizzat tanrının kendisi) olan İsa Mesih'in şahsında büyük bir şans elde etmiştir. Burada, Yeni Ahit'in en önemli ayeti olarak nitelenen Yuhanna (John) 3.16'ya geliyoruz:
"Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu’nu verdi. Öyle ki, O’na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun."
Bu ayetteki "mahvolmasın" kelimesiyle Gülen'in konuşmasındaki "ifna" kelimesinin birebir örtüştüğünü vurgulayayım. Tanrının oğlunu vermesi, yani İsa'nın çarmıhta canını vermesi, insanlık adına yapılmış en büyük fedakarlıktır. O kadar büyük bir fedakarlıktır ki, bütün insanlığın ebedi hayatını kurtarmaya yeter. Yeter ki insan, İsa'nın bu fedakarlığını takdir etsin.
Hristiyanlığın temeli işte budur. İnsan, ta Adem aleyhisselamdan tevarüs ettiği "ilk günah"ın kirinden, ANCAK İsa Mesih'in yaptığı büyük FEDAKARLIĞI tanıyarak kurtulabilir.
İsterseniz bu noktadan, "Ebedi cehennem ateşinden kurtulmak için La ilahe illallah demek kafidir." sözüne devam edebilirsiniz, ama ben "that's beyond the scope of my argument here" diyerek geçiyorum.
Scholem'in "Redemption through Sin" makalesindeki şu pasaj, Sevi'nin (Yahudilikten) irtidadı ile İsa Mesih'in sonu arasındaki paralelliği gösteriyor:
"What now took place in Sabbatianism was similar to what happened in Christianity at the time of the apostles, the chief difference being the shifting of the tragic moment in the Messiah's destiny from his crucifixion to his apostasy, a change which rendered the paradox in question even more severe."
Son olarak şunu belirteyim. Ben burada "Gülen dönmedir, Sabetayisttir veya Pakradunidir." gibi bir iddiayı gizli gizli ileri sürüyor değilim. Sadece, bir inanç sisteminin mantığı içinde açıklanamayan, "o mantıkla taban tabana ters" görüşlerin, farklı inanç sistemlerinde benzer yollar izleyerek kendince bir mantık geliştirebileceğine dair gözlemlerde bulunuyorum. Scholem meramımı benden iyi anlatıyor (vurgular bana ait):
"In the history of religion, whenever we come across the doctrine of the holiness of sin it is always in conjunction with one or another spiritualistic sect. The type of the pneumatic, which I have previously discussed, is particularly susceptible to such a teaching and it is hardly necessary to point out the connections that exist between the theories of nihilism and those of the more extravagant forms of spiritualism. To the pneumatic, the spiritual universe which he inhabits is of an entirely different order from the world of ordinary flesh and blood, whose opinion of the new laws he has chosen to live by is therefore irrelevant; insofar as he is above sin (an idea, common to many sectarian groups, which occasionally occurs in the literature of Hasidism as well) he may do as the spirit dictates without needing to take into account the moral standards of the society around him."

Hiç yorum yok: