6 Nisan 2014 Pazar

Cemaat, hiç hesaba katmadığı "Üçüncü Taraf"

Ak Parti ile Gülen grubu arasındaki çatışmayı ta 7 Şubat 2012 krizinden bu yana izliyoruz. Geçen Ekim-Kasım aylarında dersane kriziyle bu çatışma iyice günyüzüne çıktı ve 17 Aralık darbe teşebbüsü süreciyle zirve yaptı. Bu sırada, cemaat mensuplarına ısrarla, "Bakın, büyük hata ediyorsunuz, kendiniz hariç tüm dindar, İslami kesimleri karşınıza alıyorsunuz. Bu yol çıkmaz sokak!" dediysek de dinletemedik. Cemaatin en büyük hatası, bu çatışmanın kendisi ile Ak Parti arasında, iki tarafı olan bir çatışma olduğunu zannetmesiydi. Ak Parti'yi, kendileri gibi bir grup, cemaat zannediyorlardı. Halbuki hesaba katmadıkları çok daha büyük bir tarafı vardı bu çatışmanın. Ak Parti'ye oy veren, ama partiyle organik hiçbir bağı olmayan, partiden ve iktidardan doğrudan nemalanmayan milyonlarca insanı gözardı etti cemaat...

Bu çatışma, iki dini/İslami grup arasında yaşanıyor olsaydı, başka gruplara, cemaatlere, tarikatlere veya partilere mensup olanlar, veya herhangi bir mensubiyeti olmayan dindar, muhafazakar insanlar bu çatışmayı uzaktan seyredebilirdi belki. Tarafsız kalabilirlerdi. Nihayetinde, iki taraflı bir çatışmadan söz ediyoruz. Çatışmanın bir tarafında Süleymancılar, diğer tarafında Milli Görüşçüler olsaydı mesela. Veya bir tarafta İsmailağa cemaati, diğer tarafta Menzil. Ya da bir tarafta Yeni Asyacılar, diğer tarafta Gülen grubu... Bu ve buna benzer çatışmalar, çekişmeler daha önce farklı şiddetlerde yaşandı. Kimi kamuoyuna yansıdı, kimi "kol kırılır yen içinde" anlayışı içinde, dışarıya fazla aksettirilmedi.

Gülen Cemaati'ni bu büyük yanlışa sevkeden, Ak Parti'nin içinden çıktığı Milli Görüş partilerinin bir taraftan farklı dini gruplarca desteklenen ama diğer taraftan bizatihi kendisi de bir dini grup veya cemaat özelliği gösteren bir yapı olması gibi görünüyor. 1990larda, Mehmet Zahid Kotku hocaefendinin ardından İskenderpaşa dergahının başına geçen damadı merhum Esad Coşan hocaefendi ve cemaati ile, başlangıçta Zahid Kotku hocaefendiye bağlı olduğu halde sonraları Esad Coşan hocayı tanımayan ve kendisini şeyh ilan eden Erbakan ve Refah Partisi arasında yaşanan meşhur kavgayı hatırlayabiliriz bu noktada. Erbakan zaten "usta" veya "reis" gibi Tayyip Erdoğan'ın bugün anıldığı sıfatlarla anılmıyordu. O doğrudan doğruya bir "hoca" idi. Burada, üniversite profesörlüğünden çok, bir cemaatin imamı anlamında "hoca" olduğunu söylemek istiyorum. O dönemde başka cemaatlere mensup pek çok kişi Refah Partisi'ne destek oluyordu, ama bir taraftan da Refah Partisi'nin kendisi bir cemaat gibi örgütlenmişti. Partinin mahalle temsilcileri, bir taraftan siyasi faaliyette bulunurken bir taraftan da dini sohbetler organize ediyorlardı mesela.

Her ne kadar Recep Tayyip Erdoğan, ta 70lerden bu yana Erbakan'ın yanında yer almış, çekirdekten yetişme bir Milli Görüşçü olsa da, Ak Parti'nin kuruluşunda söylediği meşhur "biz Milli Görüş gömleğini çıkardık" sözüyle, o zamana kadar Refah Partisi'ni bir cemaat gibi gören ama kendisini o cemaat içinde göremeyen geniş kitlelere de açılma imkanı bulmuştu. İşte Gülen Cemaatinin ölümcül hatası, Ak Parti'yi kendisi gibi bir cemaat zannetmesinde yatıyor.

Bir cemaate mensubiyet, elbette öncelikle bir gönül işidir, ama sonuçta, şu son dönemde Gülen Cemaati'nin insanları fişleme metodunda gördüğümüz gibi, bir insan bir cemaate ya mensuptur ya da değildir. Gülen Cemaati'nin fişleme tasnifinde üçlük, dörtlük veya beşlik olarak anılan kişiler için sınırı bir yerden çekebilir, diyelim sadece beşlikleri içine alacak bir Gülen Cemaati tanımı yapabiliriz. O zaman dörtlük bir kişi, o cemaatin dışında kalacaktır. Her halükarda, cemaatin yönetim kademelerinin "bu kişi cemaattendir" veya "bu kişi cemaate yakındır ama beşlik şakirt değildir. Mahrem sırlar emanet edilemez" diyebileceği bir ayrımdan söz ediyoruz.

Oysa "Ak Partililik" hele "Ak Parti seçmeni" olmak çok daha gevşek bir dokudur. Bir insan 2007'de 27 Nisan e-muhtırasına, Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararına öfkelenip Ak Partiye oy vermiş olabilir. Ama aynı insan 2011'de, Tayyip Erdoğan'ın bazı tavırlarını tasvip etmeyip oyunu pekala HAS Parti'ye vermiş de olabilir. Herhangi bir seçimde oyunu Ak Partiye vermek, hatta şu ana kadar yapılan bütün seçimlerde oyunu Ak Partiye vermek bir insanı "Ak Partili" yapar, ama o kadar. O insana ne Tayyip Erdoğan'ı ne de Ak Parti'yi savunmak ve desteklemek için hiçbir külfet veya sorumluluk yüklemez. Son günlerde Latif Erdoğan'ın açıklamalarından, cemaatin yönetici ekibinin, cemaatten ayrılmaları halinde karılarının boş olacağı şeklinde "la yenkatı" (bozulamaz, geri dönülemez) bir biat yemini ettiklerini öğreniyoruz. Şu ana kadarki 7-8 seçimde oyunu hep Ak Parti'ye veren bir kişi, bir sonraki seçimde Ak Partiye oy vermese, ne imanına ne de nikahına bir halel gelir. Öte yandan, dindar/İslami kesimden biri aynı zamanda hem Ak Partili hem Süleymancı, hem Ak Partili hem İsmailağa cemaatine mensup olabilir.

İşte Cemaat, Ak Partiye savaş açtığında, kendisi gibi mensupları belli, sınırlı bir yapıya savaş açtığını zannetti. Oysa Ak Parti, 2011 seçimlerinde 20 milyondan fazla seçmenin oyunu almış bir kitle partisiydi. Cemaatin Ak Parti'ye açtığı savaş, her şeyden önce, bu 20 milyonun iradesini, demokratik olmayan, sandık dışı yollarla hiçe saymak demekti. Cemaattekiler, 17 Aralık'a neden "darbe" veya "darbe teşebbüsü" dendiğini idrak edemediler. Darbe kötüdür. Darbe batıldır. Darbe şeytan işidir. Çünkü darbe, müslümanın hür iradesini hiçe sayar. Bir anlamda müslümanı köleleştirir. Darbelerin, özelde askeri darbelerin neden hukuki ve kanuni olamayacağı üstüne blogda uzun bir yazı yazmıştım. Burada o yazıya atıfta bulunmakla yetiniyorum. Ama nasıl Darülharb'de Cuma namazı kılınmaz ise, darbe yapılan bir memlekette de bireylerin hür iradeleri gaspedildiği için o memleketin Darülharb olduğu söylenebilir. Cemaatin 17 Aralık darbesi, Ak Parti'ye oy vermiş 20 milyondan fazla insanın hür iradesini yok sayma anlamına geliyordu. Hatta, serbest seçim sonrasında oluşmuş bir meşru hükümeti antidemokratik yollarla ortadan kaldırmaya çalışmak, sadece Ak Parti'ye oy verenlerin değil, 2011 seçimlerinde oy kullanan herkesin iradesini, yani milli iradeyi yok saymak anlamına geliyordu. İşte Cemaat bunu hiç anlayamadı.

Biz 17 Aralık sürecinde Cemaate şiddetle karşı çıktık. Özgür bir birey olmak, Cemaate karşı çıkmayı gerektiriyordu. Ak Parti'ye ve Tayyip Erdoğan'a yapılan saldırı, Ak Partili olmasak bile bize yapılmış bir saldırıydı. "Biz" derken, ne cemaate ne de Ak Parti'ye mensup büyük bir kitleden söz ediyorum. Bu çatışmada biz "Üçüncü taraf"tık. Cemaatin görmediği, yok saydığı taraf. 30 Mart'ta sandığa gittik ve bizi yok sayanlara cevabımızı sandıkta verdik. Olay budur.

1 yorum:

Salih Cenap Baydar dedi ki...

Önemli tespitler...