26 Kasım 2013 Salı

Türkiye Cezayir (de) Olmayacak!

(29 Ekim 1998'de, Cumhuriyetin 75. kuruluş yıldönümü kutlamaları sırasında yazdığım bir yazı. 28 Şubat döneminin en karanlık günlerinde, demokrasi ve milli irade üzerine sadece ben değil, 28 Şubat darbesine karşı çıkan herkesin derinden hissettiklerini yansıtıyor. Kayıtlara geçsin diye yayınlıyorum...)

1990ların başlarında "Türkiye İran olmayacak!" sloganına bir kızkardeş
geldi: "Türkiye Cezayir Olmayacak!"
Siyaset sahnesinde Refah Partisi'nin giderek güçlenerek 1994'te İstanbul
ve Ankara Belediye Başkanlıklarını alması, öte yandan İslami
kimliklerini vurgulayan insanların -mesela başörtülü kızların-
üniversitelerde ve diğer kamusal alanlarda giderek daha fazla
arz-ı endam etmeleri, bazı çevrelerde "Cumhuriyetin ve laikliğin"
elden gitmekte olduğu endişesini doğurmuştu. İşte tam da bu dönemde
Cezayir'de patlak veren olaylar bu çevrelerin eline arayıp da
bulamadıkları  bir "öcü" verdi. İş halkı korkutmaya kalmıştı

Cezayir'le ta Barbaros Hayreddin Paşa devrinden beri ortak bir kaderi
paylaşıyoruz aslında. Cezayir Fransızlarca işgal edildi,
sömürgeleştirildi; biz direkten döndük. İkinci Dünya Savaşı sonrasında
Cezayirliler çetin bir bağımsızlık mücadelesi verdiler. Büyük zulümlere
uğradılar, katliamlar yaşadılar. Fransız askerlerinin önce tecavüz edip
sonra öldürdükleri Cezayirli kızların resimlerini memleketteki
sevgililerine doğumgünü armağanı olarak yollamaları, vicdan sahibi
Fransızları bile isyan ettirdi. Fransızları kovmayı başaran
bağımsız Cezayir'in Birleşmiş Milletlere üyeliği oylanırken Türkiye
çekimser kaldı. Diplomasi tarihimizin bir kara leke olarak geçti bu
tavır. Ezilene karşı ezeni, sömürülene karşı emperyalisti destekleyen
bu onursuz davranistan dolayı Cezayir'den özür dilemek için 1980lerin,
Özal'ın gelmesini beklemek zorunda kaldı Türkiye.

1990ların başında Cezayir'de İslami Selamet Cephesi (FİS) önce
yerel seçimlerde büyük bir başarı kazandı, ardından genel seçimlerin ilk
turunda oyların çoğunluğunu alacağı belli oldu. Seçimler Cezayir
halkının iradesini yansıtıyordu, FİS hile yapmamıştı; tüm Batılı
gözlemciler böyle diyordu. Sonra ne olduysa oldu, Cezayir'de tufan
koptu. Batılı güçlerin, özellikle Fransızların desteğiyle Cezayir'de
zinde güçler ikitdara el koydular, seçimleri iptal ettiler. Sonra
Cezayir bir kan gölüne döndü. GIA diye "İslami" bir terör örgütünün
ortaya çıktığından söz ediliyordu. Bu örgüt köyleri basıyor, masum
insanları, kadınları çocukları yaşlıları vahşice boğazlarını keserek
öldürüyordu. İşte "Türkiye Cezayir olmayacak!" sloganı bu günlerde
türedi. Böylece Türkiye'deki İslami grupların da aslında Cezayir'deki bu
kana susamış canilerden farklarının olmadığı ve Türkiye'yi bir gün bu
hale getirme niyetlerinin olduğu ima ediliyor, hayır açıkça
söyleniyordu. Başbakan Tansu Çiller, 1995 seçimleri öncesinde Avrupa
Birliği liderlerine ve Türk kamuoyuna "Eğer bana destek vermezseniz
Türkiye'de şeriatçılar ülkeyi ele geçirir, Türkiye Cezayir olur.
Türkiye'nin Cezayir olmasını ancak ben engellerim" mesajını veriyordu.

Türkiye'de 1995 Aralığında seçimler yapıldı. Geçen zaman içinde
Türkiye'de çok şeyler olduğu gibi Cezayir'de de olaylar durulmadı. Ama
Cezayir'den artık başka sesler de yükselmeye başlamıştı. Nasıl oluyordu
da bu GIA denen "İslami" grup, özellikle FİS'a destek veren köyleri
basıyordu? Adamlar kendi taraftartlarını ne diye öldürsünlerdi? Bu
köylerin pek çoğunun hükümet güçlerinin bulunduğu yerlere yakın olmaları
da ayrıca tuhaftı.
Güvenlik güçlerinin burnunun dibinde, güpegündüz köyler basılıyor
yüzlerce kişi boğazları kesilerek katlediliyor, evler ateşe veriliyordu
ve sonrasında bu eylemciler sırra kadem basıyorlardı. Bir-üç-beş kere
değil, her gün! Yavaş yavaş anlaşıldı ki Cezayir'de olup bitenleri
sadece "İslamcıların kana susamışlığı"yla açıklamanın imkanı yok.
Yaptıklarından pişmanlık duyup Fransa'ya kaçan üst düzey bir güvenlik
görevlisi herkesi şok edecek itiraflarda bulunmuş, GIA'nın yaptığı
söylenen pek çok eylemi aslında devletin güvenlik güçlerinin halkı
sindirmek amacıyla gerçekleştirdiğini ifşa etmişti.

Demek ki Cezayir, Türkiye'de hayal edildiği gibi bir yer değildi.
Türkiye'de Cezayir'den söz edilirken nedense Cezayir'de askerlerin
iktidara el koymasının ardından FİS'in kapatıldığı ve bir siyasi hareket
olarak çökertildiğinden hiç söz edilmemişti. Bütün liderleri ve binlerce
yandaşı hapisteyken FİS nasıl Cezayir'de olanların sorumlusu olabilirdi?
Kafalarda, gerçekte var olmayan hayali bir Cezayir "öcü"şu oluşturulmuş
ve sonra bu öcüyle Türk insanı korkutulmuştu yıllarca. Burada çarpıcı
olan nokta, Cezayir'den gelen haberlerin doğruluğu-yanlışlığı değil,
Türkiye'de böyle haberlere "inanmak isteyen" insanların oluşu.
Cezayir'de ne olup bittiğini hala Türk kamuoyu tam olarak bilmiyor.

Biliyorsunuz bu yaz TBMM yerel ve genel seçimlerin birleştirilerek 18
Nisan 1999'da yapılması yönünde bir kanun  çıkardı. Son yerel seçimler
26 Mart 1994'te yapılmıştı; Anayasaya göre beş yılda bir yapılmaları
şart olduğu için demokrasi karşıtı güçlerin yerel seçimlerin 18
Nisan'dan daha ileri bir tarihe ertelemesi pek mümkün görünmüyor. (Ne de
olsa ele güne karşı bir itibarımız var) Ancak genel seçimlerin 18
Nisan'da yapılıp yapılmayacağı hala kesinlik kazanmış değil. Bir süredir
"Büyük gazete"lerde yazan kulağı delik, zinde güçlere yakın gazeteciler
iki seçimlerin birlikte yapılmasının sonuçları öngörülemeyecek bir
felakete yolaçabileceği uyarısında bulunuyorlar. Bu yazarlara göre 28
Şubat 1997'den beri alınan her türlü tedbire rağmen halk "yeterince
akıllanmış değil." Onca nasihate rağmen seçim günü bu "laf dinlemeyen
halk güruhu yine gidip istenmeyen partilere oy verebilir." Bu yüzden
"iki seçimi birlikte yapmak, gözgöre göre ıntıhar olur." Yapılması
gereken, önce yerel seçimleri yapıp bu istenmeyen partilerin, yani
Fazilet ve DYP'nin ne kadar oy alacağına bakmak; "eğer  işler yolunda
gitmezse yeni hal çareleri düşünmek gerecek."

Dediğim gibi bir süredir bu tür görüşleri Yalçın Doğan gibi, Emin
Çölaşan gibi çeşitli yazarlar ifade ediyorlardı. Bakın 27 Ekim Salı
günkü Sabah gazetesinde Yavuz Donat ne yazmış:

"Yazının sonunda söyleyeceğimizi "en başta" seslendirelim:
2000 yılından önce yapılacak seçim siyasetin de, siyasetçinin de,
ülkenin de basını derde sokacağa benziyor.
* * *
Kadın yürüyor, asker yürüyor. Sivil yürüyor, asker yürüyor. Genç
yürüyor, yaşlı yürüyor. Soruyu "şöyle de" sorabiliriz: Cumhuriyet'in
50.yılında neden yürümedik? 60.yılında... 70.yılda neden yürümedik?
Neden şimdi?

Aslında "neden şimdi"nin yanıtını herkes biliyor. Ama "yüksek sesle"
söylemiyor.

Neden şu: 28 Şubat süreci devam ediyor.

"Özetleyecek" olursak... Cumhuriyet yürüyüşleri "28 Şubat'ın devamı."

"Görmek isteyen göz" bunu görür.

Ve bu ortamda gidilecek seçimin "kazaya yol açabileceğini" de."

(Yavuz Donat, 27.10.1998 - Sabah)

Yavuz Donat'ın adını vermeyip her yönüyle tarif ettiği "kaza"
demokrasinin askıya alınmasından başka bir şey değil. Aslında büyük bir
oyun sahneleniyor Türkiye'de. Hepimiz minik aktörleriyiz bu oyunun.
Şimdilik "demokrasicilik" oynuyoruz, ama oyun kuralları arasında "zaman
zaman" seçimlerin yenilenmesi şartı herşeyi bozuyor. Şu seçimler de
olmasa bu ülkeyi ne güzel idare ederiz! Halkın yönetime hakim olduğu bir
rejimde halkın hakemliğine gitmek ülkenin başını derde sokar mı hiç! Dün
"Eğer bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz, size de ne
oluyor?" diyen kafa bugün "eğer bu memlekette seçim yapılacak, birileri
seçilecekse onları da biz seçeriz, halka ne oluyor?" deme küstahliğini
gösterebiliyor rahatlıkla.

Bugün 29 Ekim 1998. Türkiye Cumhuriyeti'nin yetmişbeşinci kuruluş
yılındayız. Yetmişbeş yılda geldiğimiz noktanın "Cumhursuz bir
Cumhuriyet" olması ne acı! Meclisimizin duvarında "Hakimiyet Kayıtsız
Şartsız Milletindir." yazıyor ama hala halkına güvenmeyen "Büyük
Birader"lerin vesayeti altında yaşıyoruz. Milletin hakimiyeti kayıt ve
şartlar altına alınmış. Sınırları önceden çizilmiş, güdümlü bir rejim
bu. Gizli oy-açık tasnif seçimler elbette bu anlayışla ters düşüyor.
Açık oy-gizli tasnif bile yetmiyor, sonuçları önceden tayin edilmiş
seçimler gerekli bu rejimi beslemek için.

Cumhuriyetin yetmişbeşinci yılını kutluyoruz. Üç yani denizlerle
çevrili ülkemizin dört tarafı Cumhuriyetlerle kuşatılmış durumda.
Saddam Hüseyin'in dikta rejimi bir cumhuriyet, Irak Cumhuriyeti. Hafız
Esad'ınki de öyle: Suriye Arap Cumhuriyeti. Irak'ta da, Suriye'de de
seçimler yapılıyor, hükümetler seçimle işbaşına geliyor. Aklıma Hafız
Esad'ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle ilgili bir fıkra geldi: Danışmanları
seçimden sonra Esad'ın yanına gelmişler. "Efendim, tebrik ederiz yine
cumhurbaşkanı seçildiniz. Halkın %99.8inin oyunu aldınız. Daha başka ne
isteyebilirsiniz ki?" diye sormuş danışmanlar. Hafız Esad cevap vermiş:
"Bana oy vermeyenlerin isimlerini!" Türkiye'de Hafız Esad'a öykünenler
var; kendi istedikleri gibi oy kullanmaya niyetli olmayanların
peşindeler.  Sonuçlarını beğenmeyecekleri seçimlerin  yapılmaması
için tehditler  savuruyorlar. "Kazaya uğratırız" diyorlar.

"2000 yılından önce seçim yaparsanız başınız derde girer haa, ona göre!"
diye açıkça aba altından sopa gösteriliyor. Peki, sormak lazım "Ya 2000
yılındaki seçimlerde de istediğiniz sonuçlar çıkmazsa ne yapacaksınız?
Seçimleri iptal mı edeceksiniz?" Ya 2004'teki seçimlerde de istediğiniz
gerçekleşmezse? 2008'deki seçimlerin sonuçlarını da mı belirlediniz?
Nereye kadar, ne zamana kadar?  Cezayir'de sonun başlangıcının halkın
iradesinin tecelli ettiği demokratik seçimlerin iptaliyle başladığını
hatırlayın. Türkiye'nin böylesine kararlı ve emin adımlarla Cezayir
yapılmaya doğru adım adım götürüldüğünü görüyorum; kanım donuyor.

"Türkiye Cezayir olmayacak!" diye bağıranlar:
Sesiniz niye cılızlaştı? Nerdesiniz?